22 Nisan 2010 Perşembe

Her şey 1 oy için

Devletimiz 100 bin memuru işe alacak. Bu sayede işsiz sayısı 100 bin kişi azalacak. Buraya kadar güzel. Ya sonra?

Daha birkaç ay önce bazı vergiler arttırılmıştı. Giderleri karşılayacak kazanç yoktu ve yeni para girişi sağlanmalıydı. Buna rağmen bütçe yine de açık vermekten kurtulamamıştı. Ve hala da gider gelirden çok daha yükseklerde. Bu şartlara rağmen bu kadar kişiyi işe almak deliği daha da büyütmek anlamına gelir.

Her şey 1 oy için

Devletin bütçe açığını arttırması o hükümet için tehlike arz eder. Kolay kolay göz yumulacak bir durum değildir. Ama seçim yaklaştığı zamanlar devletin zarara girmesi hiç önemsenmez. Önemli olan seçimleri kazanabilmektir. Bunun içinde eldeki yetkiler hesapsızca sonuna kadar kullanılır. Oy kazanabilmek için bütçe açığı iyice büyütülür.

İlk belirtiler

Oya yatırımın ilk belirtisi de eleman alımı değildi. İş dünyasının yoğun baskısına rağmen hükümet IMF ile anlaşmadı. Eğer anlaşılsaydı, şu anda eleman almak değil, eleman azaltmak için şart koşulacaktı. Her türlü giderlerden kısıntıya gidilmesi zorunda kalınacaktı. Bu yüzden de oy avcılığı yapılamayacaktı.

Bu bütçe açığı nasıl kapatılır?

Bütçe açığı kendini seçimlerden sonra hissettirecek şekilde ayarlanır. Kazanan kazanmıştır ve bu gerçekle yüzleşmek zorundadır. Yapılacak tek şey vardır. Yeni vergiler koymak. Kısaca seçimler bizi daha da fakirleştirilecek.

Bunu önlemenin yolu

Bunu önleyebilmek için yapılacak şey memur alımı zamanlaması yapılması. Bunun için de memur alımı seçimlere en az 1.5 yıl kalaya kadar yapılmalıdır. Ve eleman açığı da bir komisyon tarafından belirlenip, buna göre alımı yapılmalıdır. Politikacıların eline kesinlikle bırakılmamalıdır.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ahmet Türk’e değil Türkiye’ye

Birkaç ay önce İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi saldırıya uğramıştı. Milano'daki miting sonrası yüzüne heykelcikle vurulan Berlusconi'nin dudağı patlamış ve burnu kırılmıştı. Bu olaydan hemen sonra saldırının belirli bir senaryo doğrultusunda sahnelenmiş düzmece bir olay olduğu ileri sürüldü ve kendisine puan toplamayı amaçladığı iddia edildi.

Geçmişte de bir çok lider saldırıya uğramış ve dünya bu kişileri sahiplenmişti. Buradan da anlaşılacağı üzere, saldırıya maruz kalan insanlar hep olumlu puan toplamış, saldıranlar aşağılanmıştı.

Geçen günlerde de Ahmet Türk’e bir saldırı yapıldı. Ve insanların doğası gereği bu olayda saldırılan savunuldu, saldıran eleştirildi. Kötü senaryolarda başlamış oldu.

Günümüz iletişim çağında dünyanın neresinde bir saldırı olsa, hemen öğrenebiliyoruz. Bu olayda tüm dünyaya anında yayıldı. Diğer ülke insanlarının Türk – Kürt Savaşı olarak algılamaları gayet normal bir şey. Saldırılan Kürt, saldıran Türk. İşte bu Kürtler’in (bölücülük amaçlayan; PKK gibi) elini kuvvetlendiren bir olay. PKK bile kendi lehlerine bu kadar etkili bir olay yapamazdı. Bazı insanlar biraz çalışmayla Türkler’i iyice kötüleyip, Kürtler’e destek çağrısında bulunabilirler. Hatta Ermeniler bile bu olayı aleyhimize kullanabilirler. Bu olay o kadar alevlendirilebilir ki, Türkiye için hiç iyi olmaz. Ki öyle olacağını da düşünüyorum.

Bu saldıran kişi Türkiye’nin imajını, dış dünyada iyice zedelemiş, içeride de yeni olaylara sebep vermiş, karışıklık yaratmıştır. Yani bu saldırı Ahmet Türk’e değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılmıştır. Sorumluları da buna göre yargılanmalıdır.

Murat BB

13 Nisan 2010 Salı

İşlenen bir suçun hiç şüphelisi oldunuz mu?

Bir suç işlendiğinde kimse şüpheli duruma düşmek istemez. Sorguya alınması bile aşağılayıcı bir durum gibi görülür ve sert tepkilere sebep olabilir. Oysaki suç işlendiğinde sadece dünya değil, evrendeki her canlı şüpheli konumdadır. Elene elene suçluya yaklaşılır.

Hemen her suçtan uzak olduğumuz için listeden çıkmaktayız. Eğer suçla bir bağımız varsa (tanışıklık veya o bölgede bulunma vb.) ne kadar masum olursak olalım, o suçu işlemediğimize dair bir kanıt sunmamız (ya da bulunması) gerekir.

Kısaca dünyada işlenen tüm suçlarda hepimiz birer şüpheliyiz, olayı hiç bilmesekte...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Son dakika…

Toprağa gömülü silahlar hakkında bir ipucu bulundu. Bazı görgü tanıklarına göre isminin Nasreddin Hoca olduğunu söyleyen bir kişi tarafından toprağa gömüldüğü söylendi. Amacının ülkesi için silah yetiştirmek olduğunu ve “olur mu öyle şey” diye sorulduğunda “ya olursa” diyerek karşılık verdiği belirtildi. Yetkililer şimdi Nasreddin Hoca’nın gerçek kimliği hakkında araştırma başlatmışlardır.

Murat BB

7 Nisan 2010 Çarşamba

Yine katliam gibi bir kaza

Bugün Kadıköy’de bir otomobilin kontrolden çıkarak otobüs durağına girmesi sonucu 3 kişi öldü, 2 kişi de yaralandı. 18 Mart 2010’da yani yaklaşık 3 hafta kadar önce de İzmir'in Çiğli ilçesinde bir otomobilin durakta bekleyen yolculara çarpması sonucu 2 kişi öldü, 3'ü ağır 6 kişi yaralandı.

Bunlar her gün meydana gelen onlarca trafik kazalarından sadece ikisi. Kadıköy’deki de, Çiğli’deki de aşırı süratten kaynaklanıyor. Biri kaygan ıslak yolda, diğeri başka bir araçla yarışırken. Peki suçlusu kim?

1- Bu kişilere gerekli testler uygulanmadan ehliyet verilmesini sağlayan kişi ve kanunlar.

2- Trafik polislerinin yetersiz denetimleri

3- Türk Ceza Kanunları’nın hiçbir caydırıcılığının olmaması.


Türkiye’de aşırı sürat sıradan bir olay. Oysa ki kanunlara göre suç sayılıyor. Ama cezası sadece 250 – 300 lira civarı. 15 gün içerisinde yatırırsanız, %25’te indirim uygulanıyor. Sadece bu kadar işte. Tek cezaları çerez parası. Yine aramızda rahatça direksiyon sallıyorlar.

Oysaki aşırı sürat cinayete teşebbüsten başka bir şey değildir. Hem kendi canlarını tehlikeye atıyorlar, hem de başkalarının. Hiçbir caydırıcı özelliği yok. Burada tüm Türk halkına (özellikle de milletvekillerine) sormak gerekiyor. Cezaları 1000 lira ve üzeri yapıp, ehliyetlerine 1-2 sene el konsa iyi mi olur kötü mü? Neden hiç kimse bir şeyler düşünmüyor ve bir şeyler yapmıyor?

Sonuç olarak Türkiye’de hayatımız Allah’a emanet. Bir ayağımız çukurda yaşayıp gidiyoruz.

Murat BB

1 Nisan 2010 Perşembe

4 – 3 – 3

     Futboldaki oyun sistemi: 4-3-3. 4 defans, 3 orta saha ve 3 forvetten oluşur. Futbolla ilgisi olan birinin bunu bilmemesi düşünülemez bile. Amaçta bu sistemi tanıtmak değil zaten.

     4-3-3 oyun sistemi son zamanlarda Barcelona ile doruğa çıktı. Bu takımda, bu sistemle çalışan Frank Rijkaard’ın GS’ye gelmesiyle aynı sisteme geçildi.

     4-3-3’te en büyük yük sağ ve sol beke düşer. Önce defans yapıp, sonrada hücuma katılmaları gerekir. Sahayı ileri geri katetmeliler. Defansı da orta yapmayı da iyi bilmeliler. Orta saha adamları da hem defans yapacaklar, hem de teknik olup, forvetleri pozisyona sokacaklar. Ancak bu özelliklere sahip oyuncu dünya üzerinde çok az bulunmaktadır.

     Barcelona’da özellikle sağ bek oynayan Dani Alves görevini fazlasıyla yerine getiriyor. Orta sahada İniesta ve Xavi gibi adamlardan dünyada çok çok az bulunmaktadır. Top tutuşları ve pasları o kadar mükemmel ki, izlerken insanın ağzı açık kalıyor. Ve gerçek yıldız Messi. Top sihirbazı. Tek başına takım. Şu anda futbolda ondan iyisi olduğunu sanmıyorum. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olmaya da aday.

     Barcelona’da bu oyuncularla farklı her türlü oyun sistemiyle de başarılı olabilirsin. Barcelona’yı başarıya götüren oyun sistemi değil, oyuncuların yetenekleridir.

     Gelelim GS’ye. GS aslında 4-3-3 oynamıyor. 2-2-3-3. Bir çok kişi bu oyun sistemini anlamadığına eminim. Kısaca açıklayayım:

     2 defans, 2 ön libero, 3 orta saha, 3 forvet.
     
     İsim isim de vereyim:
     Defans: Servet – Neill
     Ön libero: Mehmet Topal (Mustafa Sarp) – Elano
     Orta saha: Caner – Arda – Sabri
     Forvet: Dos Santos – Jo – Keita

     Caner ve Sabri’nin defansta oynaması gerekiyorken, genellikle ileride oynuyorlar. Defansa geldiklerinde de kademeye girmeyi hiç bilmiyorlar. Rakibe basmayı ve atakları kesmeyi bilmiyorlar. Böyle olunca defans 2 kişiye kalıyor. Çok fazla açık veren GS savunmasına katkı için Mehmet Topal (Mustafa Sarp) ve Elano ileriye çıkamayıp, defansta mahkûm oluyorlar. Özellikle de Elano orta sahada çok etkili bir oyuncuyken bu etkinlikten uzak kalıyor ve oyuna fazla katkı sağlayamıyor.

     Arda sol taraftaki kadar etkin değil. Soldan çizgilere inip, gol attırır, bazen de kendi içeriye kat eder gol atardı. Orta sahanın göbeğinde bunu başaramıyor ve etkisiz kalıyor. Jo ceza sahasında tek başına. 4-5 oyuncu arasında bocalayıp duruyor. Dos Santos ve özellikle de Keita çalışıyorlar ama ortalarını caza sahasındaki tek olan Jo’ya yapmaya mahkûmlar.

     Sonuç olarak Barcelona bu oyuncularla her sistemi oynayabilir ancak GS 4-3-3’le başarılı olması imkansız.